Güneşi, ara sıra görüşüp kendisiyle vakit geçirmekten zevk aldığınız bir arkadaşınız gibi düşünün. Farz edin ki bu arkadaşınızın, bir gönül meselesi nedeniyle, hoş beş edip dertleşmeye eskisinden çok daha fazla ihtiyacı var ve şimdi sizi her Allah’ın günü arıyor… Tamam kırmayıp konuşuyorsunuz ama sürüyle de işiniz var; sonra her akşam buluşmak istiyor, oturdu mu kalkmak bilmiyor, sekiz çay / dört biradan aşağı içmiyor, “valla bırakmam, yenge komşudadır / seninki daha gelmemiştir / dur yea gidersin…” diye kafa ütülüyor… İşte güneşin o kalbi kırık arkadaş gibi musallat olduğu, kendi derdini düşünmekten size çektirdiği eziyeti unuttuğu, Haziran’da başlayıp doksan gün kadar süren zaman dilimine yaz diyoruz.
Bunlar dün ikindi vakti, İstanbul’un Gayrettepe’si civarında yürürken aklıma geldi. Oysa baharda ne güzeldi, güneş bulutların arkasından çıkıverirdi ve ben hiç gitsin istemezdim, yüzümü ona çevirir, “anlat” derdim, “özlemişim seni.” Sağ olsun, vakitlice de giderdi… Dün ise, adımlarımı kaldırıma park etmiş servis minibüslerinin dar gölgelerine denk getirmeye çalışırken, “muhabbette dahi ölçülü olmak gerekir” diye geçirdim içimden… Benim hatunun, “niye taksiye binmiyoruz?!” diye homurdanmasıyla da edebi alemden katı gerçeklere dönmüş oldum. Işınlar o saatte bile oldukça dik bir açıyla geliyorlardı. Hatun haklıydı.
Buraya tıklayayım ki yazının gerisini de okuyabileyim->