Mazıköy


Burayı ilk görüşüm, yaklaşık yirmi yıl öncedir.

Belki bir buçuk saat o virajlı, dar yolu gelmişiz, hava da sıcak, minibüsten huysuz iniyorum, o zaman bile epey huysuzum, bir de üstüne, ruhunun bir denge bulmasından korkan hayta bir üniversiteliyim, sevgilim de bunun farkında, hayatımızın tekdüzeleşmesini -ve sonuç olarak benim zıvanadan çıkmamı- istemiyor, “şunu nereye götürsem de yine her şeyden sıkılmasa” diye düşünürken herhalde, Bodrum’un o eski, pis otogarında Mazı minibüslerini görüp beni buraya getirmeyi kafasına koymuş, buluştuğumuzda “hadi gel, gidiyoruz” demişti hemen.

Neyse ki Mazıköy, Ege’deki birçok yer gibi, büyülü bir yer. Hurma Sahili’nin yanı yöresi yeşil, denizin dibi görünüyor, pansiyon ancak birkaç tane var, etrafta sevmemin mümkün olmadığı birisini arıyorum, bulamıyorum, kalamar ucuz sayılır, domatesler yan bahçeden… O kadar genç olmama rağmen, çok güzel bir yere geldiğimi, çok değerli bir şey yaşıyor olduğumu idrak edebilmiştim galiba. Veya şimdi ediyorumdur, ne bileyim ben…

Denize en yakın olandan başlayarak gözün seçtiği en uzak tepeye kadar her yer orman Mazı’da… Her yer! Bir de zeytin ağaçları var. Bir de şey var yalnız, hava burada biraz sıcak, onu ara ara tekrar fark ediyorum. Arkamız dağ, oradan aşağı kupkuru bir rüzgar esiyor.

Yalıkavak’taki yazlık evimize o zamanlar daha beş altı yıldır geliyoruz, “Bodrum’da sıcaktan durulmuyor” diyorlar ama Yalıkavak, Yarımada’nın denizden en çok rüzgar alan köylerinden biri, yani bizim pek öyle sıcak gördüğümüz yok, akşam Bodrum’a bira içmeye filan gidersek belki biraz terliyoruz hepsi o, gecenin bir yarısı Yalıkavak’a döndüğümüzde bizi karşılayan yine serinlik oluyor. Balkondaki civalı termometrenin görüntüsü hala aklımdadır, hava karanlıkken 24 dereceden fazlasını göstermezdi, annemin hırkası akşamları hep omzundaydı… Önceki yıl sadece bir günlüğüne 38 dereceyi görmüştük, evet Afrika’nın tepemize şımarık bir çocuk gibi ilk kez tırmandığı o kötü günden bahsediyorum, sene 2000, aylardan temmuz, akşam güneş battıktan sonra bile evin duvarları yanıyordu, bazı şehirler 45 dereceye vurmuştu, herkes bir afallamıştı, gerçekten ilk kez oluyordu öylesi.

Mazıköy Hurma Koyu’na tepeden bakan balık lokantasında oturmuş bunları düşünüyorum, “bir daha olmaz herhalde o kadarı” diye kendimi kandırıyorum. Küresel Isınma’yı duymuşum ama yok sayıyorum, işime gelmeyen şeyi neden kabul edeyim, Türk’üm ben! Yüzüm ekşimiş olacak o an, sevgilim “ne oldu gene?” diye sorunca kendime geliyorum, “hep çok sıcak olsun istemem”, diyorum. “Huysuzlanmadan dursan şaşardım” diyor, kız haklı, tadını çıkarsana birader…

————-


Şimdi, yirmi yıl sonra, Mazı’ya aşık olup Yalıkavak’tan günübirlik de olsa hemen her yaz geldikten sonra, Yukarı Mazı’yı etkileyen orman yangınından on beş yıl sonra, yine buradayım. Artık birazcık huysuzlanacak olsam höt diyen bir karım, sağ olsun başkasına pek huysuzluk fırsatı tanımayan bir oğlum, ayrıca altımda klimalı arabam var. Yani ben normalde huysuzluk etmezdim bu sefer, ama Hurma Sahili’nde bazı şeyler değişmiş: Birincisi, deniz eskisi kadar berrak değil, ikincisi de, hava artık hep çok, gerçekten çok, ama çok sıcak… Benim gibi birini huysuzlandıracak şeyler bunlar, takdir edersiniz.

Köy yine de güzel. Sebzemizi, domatesimizi, yumurtamızı, yoğurdumuzu, ekmeğimizi filan hep köylüden alıyoruz. Hepsi nefis. İnekler möölüyor, tavuklar gıdaklıyor. Casturu custuru disko gürültüsü yok. Benim hatunun (Ruken) Norveç’te geçirdiği pandemi kışlarında hep hayalini kurduğu tatil… Kaldığımız apartın sahibi Mazıköylü Fatma Hanım’la bahçede oturup yaprak sarıyorlar.

Peki ben ne yapıyorum? Denizde değilsem içeri kapanıp klimayı köklüyorum. Klima sadece yatak odasında, ama idare ediyor. Dışarıda durmak zor, çok sıcak. “Çok sıcak, biraz içeride durun isterseniz” diyorum hanımlara, “abartma!” diyorlar. Peki, siz bilirsiniz. Sonra, yine benim içeride, Ruken’le oğlanın (Bulut) dışarıda olduğu akşamüstlerinden birinde, Ruken beti benzi atmış halde içeriye giriyor. Göğsü sıkışmış, sıcakta çok durmaktan, gölgede olduğu halde… Su dökmüşler kafasından aşağı. O gün artık biraz korkuyor, balkondaki masayı içeri alıyoruz, kapıları kapatıp akşam yemeği yiyoruz. Ege’de miyiz gerçekten? Bu sıcak işi uzamaya başladı, tuhaf hissediyoruz.

Dışarıda zaman geçirmek giderek zorlaşıyor. Denizin içinde olmak tek çözüm, ha, o da tekne pisliği gelmezse… İnsan kabul etmek istemiyor hiçbirini: Buralar cennet, öyle bellemişiz. Fatma Hanım’la konuşuyorum, iki lafımın biri sıcak, kadın sıkılıyor. Nasıl kabullensin, kolay mı? Burada doğmuş, büyümüş, yaşamış; gelen misafirden ekmek yemiş, yiyor. Bir sabah, termometrem elimde geziyorum, “şimdiden 35 oldu, bu nedir böyle, saat daha 10” diyorum. “Sulu sulu esiyor, bugün iyi” diyor Fatma Hanım. Hani nerede iyi, esmiyor sulu filan, denizden esmiyor ki sulu olsun Fatma Hanım?! Arkadan iniyor hava, kavuruyor. Kabullenmek zor, insan kendini kandırıyor, onu da anlıyorum.

O gün deniz kenarı bile 41 derece oldu. Sert rüzgar değdiği her şeyi kurutuyor, zeytin ağaçlarını eğiyor, elektrik tellerini sarsıyor. Karşı kıyıdan yükselen dumanlar yayılıp dağların üzerini örtmüş, orası Marmaris. Artık herkes biraz endişeli, telefonlar elde, ama denize girmeye de devam, ne yapılabilir ki… Bütün bir kış beklemiş insanlar deniz tatili için, biz iki kış beklemişiz. İnşallah bir şey olmaz. “Burada olmaz” diyor Habil Bey domatesleri tartarken. “Sahile inmez, hiç olmadı öyle bir şey”. Yanmayı kimse yakıştıramıyor Mazı’ya. Bana da iyi gözle bakmıyorlar fark ediyorum, fısır fısır konuşuyorlar, “korkak, felaket tellalı” filan diyorlar herhalde.

Oysa ben huysuzluğumu çoktan bastırmışım, endişeli bile görünmemeye çalışıyorum. Endişe artık havada duman duman zaten, ben bari sakin kalayım. Akşam yemeğini yine içeride yiyoruz. Hava serinlemiyor, yok öyle bir şey. Saat 22 gibi Ruken kanepede sızıyor, Bulut yatak odasında klimanın altında rahat. Ben endişemi mantıklı bir karara çevirme niyetindeyim artık. Geceyarısından az sonra, kapıyı açıp balkona çıkıyorum: Dışarısı karanlık bir fırın adeta, 37 derece, nem %15… Dağdan esen rüzgar, bir yere tutunamayan her şeyi alıp denize savuruyor. Ne yapsam? Ruken’i uyandırıyorum.

– Gel, diyorum, şu dışarıdaki havayı bir solu bakalım.
– Ne olmuş havaya? Hmm evet, sıcak biraz.
– Bak, buranın bir tane yolu var o da dağa doğru, bir şey olursa bizi buradan ancak tekneyle kurtarırlar, oğlan zaten yangından korkuyor, sonra onun travmasıyla da uğraşırız.
– O zaman siz ikiniz gidin, ben kalayım. Yine felaket tellallığı yapıyorsun.
– İyi peki, kalacaksan sana bi simit, can yeleği filan alalım bari sabah, çünkü duman gelince belki açığa yüzeceksin, tekneler gecikebilir.

Bunu işitince biraz duralıyor, düşünüyor. Sonra yatıyoruz.


Ertesi sabah ben yataktan pek uyumamış olarak kalkıyorum. Yakınlarda hala yangın yok, vaktimiz var. Ruken ve Bulut’un sabah erken denize girme rutinine katılasım geliyor. Plaja vardığımızda kıyıda demirli teknelerin bıraktığı pislikle karşılaşıyoruz: Deniz girilemeyecek kadar kirli. Zaten gerginim, başlıyorum bağırmaya: Biz nerede denize gireceğiz, Yunanistan’a mı gidelim, bu rezilliği nasıl yaparsınız, vatan hainleri, Allah belanızı versin… Ama Mazıköy Almanya’da değil Türkiye’de, “kim bu deli” diye bakmakla yetiniyor insanlar, herkes durumu kanıksamış. Benim cinlerim tepemde, Sahil Güvenlik’i arayıp carlıyorum, adamlar yangınlarla mı uğraşsın denizi kirletenlerle mi, “tamam geleceğiz” diyorlar. Ruken’in ben yokken teknecilerle ve onlara çanak tutan esnafla önceden de vukuatı var, şimdi benle birlikte ortamda iyice meşhur oluyor. Defolup gitmek için gayet iyi bir bahanem var artık, Ruken de korkuyor haklı olarak, “yalnız başıma burada ya benle uğraşırlarsa?” diye… Fatma Hanım “karını bırak git sen çocukla, burada mutlu o, biz yalnız bırakmayız, sonra gelir alırsın” diyor, ama bu sefer Ruken’in de kalmaya gönlü yok.

31 Temmuz Cumartesi günü, öğlenden biraz sonra, Mazıköy Hurma Sahili’nden kuzeye doğru yola çıkıyoruz. Araç termometresi 41-43 derece arasında gidip geliyor, ormanın içinde olmamıza rağmen… Hava uzun süredir böyle olduğu için; otlar, ağaçlar, her şey çıraya dönmüş. Normalden daha hızlı yol alıyoruz, ona rağmen ORMANA GİRİLMEZ tabelasının tam önüne park etmiş boş Şahin’i fark ediyoruz. Ben önemsemiyorum, kimsenin o kadar kötü kalpli olacağına inanmıyorum, öte yandan son derece gerizekalı ve vurdumduymaz olabileceklerini biliyorum, malum her yer, deniz bile çöp, şişe, pislik içinde Türkiye’de; yine de dönüp plakalarını almıyoruz. Ruken kızıyor bana, neden dönmedin diye…

Bir buçuk saat sonra Yalıkavak’a varıyoruz, orası bile çok sıcak, sadece iskele biraz esiyor. Denize bakıp telefonu kurcalarken “Mumcular’da yangın başladı” haberini görüyorum. Bir iki saat sonra Mazı’ya inen yolu kapatıyorlar, karanlık çöktüğünde alevler Yukarı Mazı’yı tehdit eder hale geliyor, sonra yavaş yavaş sahile doğru inmeye başlıyor. Tatilcileri sabaha karşı Hurma Sahili’nden teknelerle alıyorlar. Bunların çoğunu zaten biliyorsunuz.

Yer ekiplerinin ve evini yurdunu savunan insanların olağanüstü çabaları sonucunda, biraz da şansın yaver gitmesiyle (rüzgar son anda kıyıya paralel esmeye başlamış), Mazı’nın Hurma Sahili’ndeki yerleşim alanları yangını çok ucuz atlattı. Fatma Hanım’ın evi, Habil Bey’in bahçesi ve hayvanları, diplerine kadar gelen alevlerden etkilenmedi. Ama Mazıköy ormanları ve sayısız zeytin ağacı kömüre döndü, yol kenarlarındaki otlar bile yandı.

Felaket sıramızı bu sene savdığımızı bilsek içimiz yine de rahat ederdi, çünkü Fatma Hanım’ın dediği gibi, “iki seneye dağlar yine yemyeşil olur”, bunu biliyoruz. Ama Türkiye’de ne iklim eski iklim, ne bu yeni iklime uyan bir orman politikası var, ne de insanların çoğunun komplo teorilerinden vakit bulup bir şeyleri anlamaya niyeti… 40 derecelik kuru sıcağın bir iki ay kesintisiz devam edeceği bir gelecekte istediğiniz kadar “ben güçlüyüm” diye böbürlenin, fizik kuralları bildiğini okuyacak, cesaretlendirdiğiniz cehalet ve vurdumduymazlık felaketiniz olmaya devam edecektir.

Reklam

Mazıköy” üzerine 2 düşünce

  1. delicetinoldimu - Mamak/Ankara (900 m)

    Gerçekten ucuz kurtulmuşsunuz hocam, geçmiş olsun. Memleketimizde cahilin bilginden daha yetkin ve etkin kılınması, her alanda olduğu gibi maalesef doğal yahut beşeri kaynaklı afetlerden ileri gelen etkilerin katlanmasına ve çok daha ağır bedeller ödenmesine neden oluyor. Ben de Aksaz’daki askerlik hizmetimdeyken, daha önce gelmek nasip olmayan bu yöreye adeta aşık olmuştum tabi sıcak iklimi dışında. Hatta bir gün buraya ailemle ve arkadaşlarımla da gelebilir miyim diye tasarlarken, Marmaris’in yangın sonrasındaki halinin videosunu bir astsubay arkadaşım bana yolladığında resmen kahroldum. Saydım, sövdüm, ağladım… Elimden hiçbir şey gelmedi. 🙄🤦‍♂️😞🤬

    Cevapla
  2. BabürKop (İstanbul, Mecidiyeköy / 120 m.)

    Hocam geçmiş olsun, öngörünüzle bölgeden uzaklaşıp sizin ufaklığı belirttiğiniz gibi muhtemel bir travmadan kurtarmışsınız.

    Artık her yaz mevsiminin daha fazla tehlike potansiyeli var, sadece bizde değil her yerde. Kış kışlıktan, yaz yazlıktan çıkıyor her geçen gün.

    Önce bu durumu kabul edip ona göre bir yaklaşım sergilemek lazım ama gününüz dünyasında iklim değişikliği giderek çok ciddi bir politika aracı gibi kullanılacak küresel düzeyde. O bulanık sulara çok girmeden bireysel bazda insanların farkındalığını artırarak meşakkatli de olsa bir şekilde toparlanmaya başlamak lazım. Yoksa bugün doğan çocukların gelecegi bizim bugüne kadar distopya olarak tasvir ettiğimiz şekilde olacak, insanın canını en çok sıkan da bu zaten bu konuda. İnşallah olmaz ve toparlarız tüm dünya olarak diyelim…

    Cevapla

Yorum yazın...

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s